Lalenin Bahçesi

Bir kırmızı Lale işte.
Kitap okumayı, sohbeti, sinemayı, İstanbul'u ille de Üsküdar'ı sever. Olmazsa olmazları ailesi, Zuz, Cancan ve denizdir.
Çok şiir okumaz ama okursa Atilla İLHAN ve Orhan VELİ okur. Paylaşmazsa görmüş gibi okumuş gibi hissetmez kendini...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Şamdan kavaktan ordan burdan Babamdan

İki gündür kapsam dışıyım. Bizim göçmen kuş yani Babam geldi. Karşılamaya giden Kocam- Lale, inanmazsın bir kamyon eşya var dediğinde abartıyor sanmıştım... Babam savaş hazırlığı yapar gibi, yakında seferberlik ilan edilecek gibi hazırlanmış öyle gelmiş. Aklına ne gelirse , sevdiğimizi düşündüğü bildiği ne varsa almış getirmiş. Yumurtalı ev makarnalarımı dersiniz, incecik salamura yapraklar mı? Arkadaşının yaptığı bizim bayıldığımız özellikle de Zuz'un baş kahvaltılığı olan cevizli bahardan kavaonoz kavonoz mu dersiniz dersiniz işte öle... Artık ben onları dolaplara yerleştirene kadar öldüm...

İki gündür kendimle ilgili yaptığım tek şey, yatakta biraz kitap okuyabilmek... Kendime İkeadan okuma lambası alıp duvara monte ettirdim. Kendim yönünü ayarlayabiliyorum, yatarak mı, orurarak mı okumama göre... aynen projektör gibi maşşallahhh...

Bu gün Zuz kahvaltıya geldi... saat ikide:) tabi geldiğinde değil kahvaltıda evde kimse kalmamıştı:)) ben çayla takıldım ona... Sonra akşama kadar kaçırdığımız dizi tekrarlarını izledik... ara ara takıştık... gülüştük... sürtüştük. Akşam yemeğinden sonra da mallarını aldı gitti... Naziş'de O'na geçti... Off iki gün kü domestik bir yaşam bana iyi gelmedi... yarın sabah ezanı evden çıkacağım dedim... Neyse önümüzdeki hafta full çekiyorum zaten:)


Yeni kitabım İsabel Allende'nin Ruhlar Evi... Bu kitabı şimdiye kadar okumamamın nedeni İsabelle küs olmamızdı... Leylak Dalı barıştırdı bizi. 2000 bin yılında Naziş bir ameliyat oldu ben de İsabel Allende'nin Paula'sını okuyorum tesadüf olarak... Paula çok farklı bir Allende kitabı... Ağır bir hastalıkla hastaneye yataıp, bitkisel hayata giren kızın iyileşir umuduyla baş ucunda beklerken yazdığı notlardan oluşuyor. İşte o kitapdan sonra ben İsabel'e küsmüştüm.
Ruhlar Evinde ise bir aileden ve o ailenin üç kuşak bireylerinden söz ediyor ... okudukça anlatır Zuz'u fıtık ederim merak etmeyin:))

Kitabın çevirmeni Nihal Yeğinobalı... Çok sevdiğim bir çevirmendir... çünkü bir kitabı rezil eden de vezir den de biraz da çeviridir. Çok kitabı çevirisi yüzünden yemek geçmiştir içimden zira.
Nihal Yeğinobalı Genç Kızlar romanının yazarıdır. Kitabı ayzdığında 20 yaşındaymış. O zaman göre erotik bulununca Fransızcadan çevrildi diye uyduruk bir adla yayınlanmış. Hatta o baskı vardı bende ama malesef ki yürütüldü ve yeni baskıyı aldım. Yeni baskıda yazar Nihal Yeğinobalı olarak yayınlandı... Kitabı kendisinin yazdığını iki ya da üç yıl önce açıkladı zaten...( BEN DE BUNU DAHA ÖNCE YAZDIM DI ZATEN)
Bunların dışında bir aksiyon yok sözü edilecek... Keyifli bir cumartesi akşamı olsun...

Kitap açıklaması

Clara del Valle neden dokuz yıl konuşmadı ve öldüğü zaman nasıl oldu da annesinin kesik başıyla birlikte gömüldü? Şili´nin seçimle gelen ve askeri darbeyle yıkılan solcu Başkanının son saatleri nasıl geçti? Nobel ödüllü büyük Şair Pablo Neruda´nın cenaze töreni nasıl bir gösteriye dönüştü? Bunlar, Isabel Allende´nin bu ilk romanında yer alan ilginç olaylardan bazıları. Şilili yazar Isabel Allende, Latin Amerika edebiyatının şu son yirmi yıl içinde yarattığı en büyük romancılardan biri. Ruhlar Evi adlı bu romanında yazar, bir ailenin üç kuşağını, yetmiş yıllık bir süreç içinde, Gabriel Garcia Marquez´inkine yaklaşan bir ustalıkla anlatıyor. Romanda, yaşayan kişilerle geçmişin ruhları iç içe. Latin Amerika edebiyatlarında görülen `büyülü gerçeklik´ bu romanda da tüm görkemiyle işleniyor. Sınırsız bir düş gücü ve anlatım ustalıkları, Isabel Allende´yi çağımızın en başarılı romancılarından biri yapmaya yetiyor.

4 Kasım 2010 Perşembe

dün bu gün ve Son Kara Kedi

Hava missss
Üsküdar, Matmaray yüzünden hala ama hala karışık... tam 3 yıldır bu rezilliği çekiyoruz...Sefasınıda süreriz inşallah diye bekliyoruz...

Motorda bir martının ta yukarlarıdan süzüle süzüle gelip denize dalıp ağzında balıkla çıkmasını hayretle karşıladım...Ama ta yukarlardan gözüme takılmasındaki hikmete de şaştım...

Kabataş'a çıkınca gözüm hala kocaman ayısına sarılarak gezen kadını arıyor ama bir yıldır ortalarda yok..

Kabataş iskelesine gelince ilk duyacağınız koku iskeledeki seyyar köfte ekmek arabasından gelen köfte kokusudur. Bir kadın cıcır cızır köfteleri arabada kızartıyor, Kocası da hemen yan tarafına koydukları bir kaç küçük masaya servis yapıyor. Masa dediysem küçük portatif sehpalar ve taburelerden oluşuyor. Bir kaç adım yürüyünce de sucuk ekmek kokmaya başlar... Ada vapurundan inen turistler buraya çok meraklıdır...

Motorda önümde oturan kara çocuğa finükülerde de rastlayınca olabilir dedim... Ama hareket etmekte olan asansöre son hamlede binince ahada patlıyoruz mu ne dedim... İndi hızla kaybolunca yuh dedim kendime iyice paronayak oldun, sonra Sıra Selvilerde Carefourdan çıkıp karşımda görünce yerlerde paket aramaya başladım... Paranoyanın geldiği son noktadır bu ki hiç böyle biri değilimdir. Sanırım son Taksim olayı böyle düşündürdü. Geçtiğimiz pazar akşamı Gamse ile akşam geç saatte eve dönerken akli dengesi bozuk bir çıktı karşımıza... kendine kendine konuşuyor gülüyor değişik hareketler yapıyor falan, Sokakta da bizden başka kimse yok...biraz tırstık.. aynı yönde de yürüyünce tabi haliyle... Gamse eve gelince- Baba , Annem korktu dedi ama Babasının cevabı da - Annen hiç bir şeyden korkmaz ki, ben hiç görmedim oldu. Aha ha dedim bu da sana kapak olsun... Ama neme lazım dün biraz korktum... Kafamda robot resimler falan çizdim.

Dünün Öğle yemeği Kızılkayalarda ıslak hamburgerle geçiştirildi çünkü akşam yemeği Teyzem'de yenmek üzere planlanmıştı... Teyzem'in yardımcısı pişirmişti yemekleri... Kendisi Gürcü ve hiç Türkçe bilmiyor. Sadece otuu diyor yani sen otur bir şey yapma...Gülden'le bizim de canımıza minnet zaten bir güzel otuuuduk... Eve , akşam arkadaşlarıyla İstiklal Caddesinde daha doğrusu Tünel'de buluşan Naziş'le döndük... İtalyan Caddesinden inelim aşağı dedim... tıkkırı tıkkırı inip tramvaya binip iskeleye geldik. Üsküdar'da - pasta fırınına girdik.. . Burası gerçek bir pasta fırnıdır. Hani şu koca koca reçelli kurabiyeler, turtalar, ay çörekleri, Paskalyalar, acıbademler yaparlar... Bir kurabiyeyi ben dörde bölerim mesela zaten tane işi satılır.Hah işte öyle bir fırındır... Eve gidince çay içeriz dedik, öyle bir ayaz çıkmıştı ki, gündüzün aksine...


Yeni kitabım SON KARA KEDİ... okurken bir çocuk kitabı okuduğunuzu düşünebilirsiniz...Ama aslı batıl inançlara, ayrımcılığa, dışlanmaya, önyargılara karşı yazılmıştır.Arka kapak tanıtım yazısında; geçmişten şimdiye kadar kanamakta olan bir yaraya parmak basar. BU NEREDEYSE HER TOPLUMUN HAFİF YA DA AĞIR BİÇİMDE YAŞAYABİLECEĞİ BİR DURUMDUR. EVET SÖZ KONUSU OLAN ŞEY, AYRIMCILIK VE ÖNYARGILAR YÜZÜNDEN ÖTEKİNİ YOK SAYMAKTIR.Yazarı; Evgene Trivizas

Bu gün Cancan'la birlikteyiz. Biz çoktan çorbamızı içtik... marketimize gittik, pastahanesinden sevdiği kurabiyeleri alıp parka gittik, oynadık kaydık , eve geldik , süt içtik, kule yaptık ve uyuduk bileee.

Yarınsa büyük gün Babam geliyor... her gün arayıp, şunuda alayım mı bunu da alayım mı diye soruyor. Kızların tek istediği çocukluklarından beri bayıldıkları o incecik , kıymalı pideler.Tüm özlediğimiz sevdiğimiz lezzetleri de peşine takıp geliyor bizim göçmen kuş... Çünkü havalar soğurken gelir, ısınmaya başlayınca hemen kaçar...Artık bana düşen Babamın sabah erkenden demlediği çaydan o görmeden hemen bir fincan çalıp tekrar odaya kaçmak:)


*********************************************************************************
EVGENE TRIVIZAS

EVGENE TRIVIZAS

Yüzden fazla çocuk kitabının yazarı olan Evgene Trivizas 1946’da Atina’da doğdu. Atina ve Londra’da hukuk ile kriminoloji eğitimi aldı. Şu an İngiltere’nin Reading Üniversitesi’nde Kriminoloji ve Kriminal Adalet profesörü olarak görev yapmakta, aynı zamanda Reading Üniversitesi’nin Kriminolojik Araştırmalar Bölümü’nü yönetmektedir.

Çocukluğundan beri edebiyatla ilgilenen yazar; masal, şiir, öykü, roman, opera librettosu, çocuk tiyatrosu, çizgi roman alanlarında eserler vermiştir.

Trivizas masallarında kelime oyunlarına ağırlık veren yaratıcı ve özgün bir dil kullanır. Geliştirdiği sevecen sürrealist mizah yaklaşımıyla, önemli sosyal konulara eğilerek, sıkıcılığa kaçmadan eğitici olmayı başarır. Birçok eseri, başta İngilizce olmak üzere, yabancı dillere çevrilmiş; televizyon ve tiyatroya uyarlanmış, roman ve öykülerinden pasajlar Yunanistan ve Amerika’da okul kitaplarına alınmıştır. Yazar Reading ve Atina’da yaşamaktadır.

2 Kasım 2010 Salı

İstanbulu geziyorum gözlerimi dört açtım



Bu gün ben ve dizim güzelim havayı kaçırmamak için erkenden dışarı çıktık. Dizim diyorum çünkü varlığını her daim hissettirdi.. inerken çıkarken , tam unuttum derken tık tık burdayım diyerek...
Bu günkü program Topkapı Müzesiydi ama son anda aklıma salı günleri tatil olabileceği geldi. Çünkü Dolmabahçe ile ikisinin tatil günlerini karıştırırım hep. Hemen internetten baktım ki salı günleri kapalı... O zaman dümeni Kariye Müzesine kırdık...

Vapurda sabah çayı... Eminönü, Unkapanı, fatih, Edirnekapı Surları göründü derken Kariye Müzesine geldik. Havayı tarif etmenin imkanı yok ... Pastırma yazı tüm haşmetiyle karşımızda... Müzeyi gezdik... Resimlerde de görüldüğü gibi... Müzenin tam karşısındaki Pembe Köşk Cafe'nin bahçesinde çay molası verdik... Kocam Kariye çevresine yerleşmeye karar verdi şimdi de:)) Akşamları bu cafede çay içecek, buranın bu dingin havasında kafa dinleyecekmiş.

Nazlı'nın Kariye'de en sevdiği tavan işlemesi...



Asıl olaya geliyorum şimdi:) tam müzede gezerken tavanlara falan ben aval val bakarken birden ayağımda bir hafiflik hissettim baktım , ayakkabımın topuğu yok... Kırılmış hemde nasıl olduysa tamiri falan imkansız.. Ayakkabı dediysem botumsu ayakkabımsı bir şey, neyse ben hiç istifimi bozmadım...


hatta müzenin karşısındaki o güzelim bahçede çay kahve molası verdim:)Yakamdaki lale broş; Leylak dalıcımın bana hediyesidir...

Neyse çayımızı kahvemizi içtik,önümüze ilk çıkan ayakkabıcıdan da bir ayakkabı alırız dedik. Seke seke ben geldim aç kapıyı ben geldim vaziyetlerinde Kargümrüğe kadar yürüdük, bir ayakkabıcı yok. Çeyizci, tatlıcı, dönerci başka bir şey yok. Sonunda bir yer bulduk ve kendime şahane bir çakma Adidas yürüyüş ayakkabısı aldım. Cırt cırtlı ve de dore şeritli ve de tam 15 lira... Ben ayakkabıları giyince aynen bir ceylan gibi sektim. Hadi buralara kadar gelmişken Çarşamba' da ki Fethiye müzesine gidelim dedik. Buralarıda bilmiyoruz tabi biz Çarşamba'ya gelmişiz büfeye çarşamba nerede diye soruyoruz. Sonra Fethiye Müzesini sorduk, Şöyle yürüyün şurdan dönün falan dediler geldiğimiz yer artık Draman semti oldu... Tüm çehre, sokaktaki yürüyen insanlaın kılığı kıyafeti değişti birden. Sanırsınız Arabistan'a geldik. Sokakta ki koşturan çocuklar bile cübbeli, şalvarlı... Ben insanların dini inançlarını hiç sorgulamam , haddim de değil ama neyse bu konuyu geçelim. Biz o sırada acıktık da ... benim gözüme bir Karadeniz Pidecisi ilişt, oturduk pidelerimi yedik, sonra gittik müzeyi gezmeye.



Müze aslında bir kilise, fetihten sonra kadınlar manastırı olarak kullanılmış. Fethiye adını da 3. Murat vermiş. Bulunduğu yere de Fethiye deniyor zaten. Küçücük bir müze zaten. O taraflara yolunuz düşerse görün..


Fethiye Müzesinin kubbesi... İsa ve Tevratın 12 peygamberi resmedilmiş

bu mermer plakada bir şiir var...

Dönüş yolunda telefonlar cır cır çalmaya başladı Kızlar, Zuz nerdesiniz diye sormaya başladılar. İşte geldik buradayız biz gezip tozmada ustayız dedik.

KARİYE MÜZESİ HAKKINDA KISA BİLGİ

İstanbul Fatih ilçesinde, Edirnekapı’nın kuzeyinden Haliç’e inen yamaçta bulunan Kariye Müzesi, Khora (Hora) Manastırı’nın kilisesidir. Hz. İsa’ya adanmış olan bu kilisenin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Kilisenin IV. Yüzyılda yapılmış olup olmadığı konusu da kesin değildir. Bizans kaynaklarında VI. Yüzyılın ilk yarısında Ayios Thedoros isimli bir kişi tarafından yapıldığı yazılıdır. Bizans kaynaklarına göre bu kişi İmparator I.Iustinianus’un eşi Theodora’nın dayısı olan bir komutandır

Fethiye Müzesi hakkında kısa bilgi:

İstanbul`un Fatih-Çarşamba semtindedir. Bizans Döneminde yaptırılan Pammakaristos manastır kilisesidir. Latin istilasının son bulmasıyla XIII. yüzyılda bir mezar şapeli eklenmiştir.Fetihten sonra, Hıristiyanların elinde kalıp kadın manastırı olarak kullanılmış, 1455 yılında patrikhane buraya taşınmış ve 1586 yılına kadar patrikhane olarak kalmıştır. Bu kiliseyi III. Murat (1574-1595) camiye dönüştürmüş ve Fethiye adı verilmiştir. Kuzey kilise halen cami olarak kullanılmaktadır, ek kilise ise duvarları XIV. yüzyılın güzel mozaikleri ile süslü olup 1938-1940 yıllarında onarıldıktan sonra müze olarak Ayasofya Müzesi`ne bağlı bir birim haline getirilmiştir.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Akşam sefası


Başlıktaki akşam sefası, Annemi anmak için bahane... çok sevdiği bir çiçekti. Her evimizin bahçesine dikmişti. Yazlık evde balkondan aşağı baktım mı iilk onları görürdüm...Ordu'da ki evin yan bahçesinde de ona keza... Birde hikaye uydururdu ona, güya kocasını çok severmiş de akşamları o geliyo diye açılır saçılır süslenip püslenirmiş...Yatak odamın penceresi ise bir akşam sefası ormanına bakıyor:)Kaç kez resmini çekeyim dedim unuttum... Sanırım arka binadaki evde oturan yaşlı teyzede çok seviyor...Yine sanırım ki bir tek de onları seviyordur. Bu kadar huysuz ihtiyar görmedim hayatımda ... benimle ilgili bir şey yok ama bahçe duvarında bile bir çocuk görse hemen balkona pencereye koşar.Annemi anayım derken komşu teyzede nasibini aldı...

Bu gün saatlerin azizliğine uğradım ... ben bu saatleri ileri geri işinde aynı jetlag olmuş gibi olurum... hava güzeldi ha şimdi ha sonra derken günü evde geçirdim. O zaman akşamdan ben Cihangir yolu tutayım... Teyze gecesi yapayım... kuzenleri de toplayayım dedim ama Gamse - Anne hava çok soğuk hiç çıkma dedi. Ben acaip söz dinlerim, gitmedim.

Günün en kayda değer aksiyonu izlediğim filmdi. İzlenmedik filmkalmasın etkinliğinin stoklarından çıktı... Goodbye Lenin... Filmi çok beğendim , izlemediyseniz tavsiye ederim ... 2003 yapımı bir film. İnsanın inandığı bir dünyada yaşaması ve ölmesi ne güzel duygusu uyandırdı bende... Film boyunca kahvedir, ekinezya çayıdır içtim durdum.

E akşama kadar oturup keyif çatmakdık yemeğimizide yaptık şükürler olsun aç koymadık açık koymadık ev halkımızı...

Kitabım Eylüldü Aşkıma devam ediyorum... Sanırım bu gece bitecek. Zeyaaaa ben Kaaan'dan yanayım:).

Beni dört yıldır sinirden çatlatan Marmaray sonunda Topkapı Sarayının duvarlarınıda çatlattı. Bazı bölümler ziyarete kapanacakmış. O yüzden yarın biz koştur koştur Topkapı Sarayına gidiyoruz.

Bu hafta gündüzleri çok sıcak geceleri ise ayaz olacakmış.

Tamamdır, hava durumunuda verdim gidiyorum artık... bu gece Yer Gök Aşk'ı izleyeceğim, tek başıma... Koca ve Naziş Ezel izliyor. Gamse ödev kontrolü yapacakmış. Ben şimdi yatak odama geçip, sırtımı radyatöre dayayacağım...Ama radyatörü önce polar battaniye ile saracağım öle cosss diye dayamayacağız herhalde...Yanıma kitaplarımı, çayımıda alıp reklam aralarında kitabım sonrası dizi izlemece falan takılacağım...

31 Ekim 2010 Pazar

Fotoroman; Lale'nin Bahçesinde son bir kaç gün

Yine dolu dolu geçen bir kaç günü resim altlarıyla anlatacağım çaresiz:)))

Önce, Perşembe akşamı ... Zuz, Nalan ve Ebrucuk ile Zeya'nın evinde dizi gecesi yaptık... Önümüzde koca sehpa dolusu yiyecek, sıcak şarap , dışarda ağaçları yerden yere vuran fırtına ve arada geçen tren sesi eşliğinde... Fatmagül'ün Suçu Ne? ve Türkan'ı izledik. Dizileri izledik sohbetimiz yaptık... yedik içtik ve yine bir sürü plan yaptık...

Ben perşembe akşamı Zuz'da kaldım... Sabah tabi ben yine hortladım erkenden... Zuz'un benim için özel olarak bulundurduğu yeşil çayımı demledim, çayı demlerken dalları mutfak camına kadar uzanan defne ağacına bir bakayım dedim, defne aşkımı bilirsiniz...aa baktım yok geceki fırtınada kökünden sökülmüş. O kadar büyük bir ağaçtı ki çok üzüldüm. Dallarını kesip yeniden diktiler , inşalah tutar. Zuz kalkıp kahvaltıyı hazırlayana kadar; Ya hiç okumayacaktık ya da basit ve yalın özetlerle yetinecektik, mantığıyla manga tarzı çizgi roman tekniği ile resimli roman haline getirilen Franz Kafka'nın Dava'sını okudum. Diğerleri nasıl bilmiyorum ama eğer Dava'yı daha önce okumamış olsaydım ne hissederdim bilmiyorum. Yine de çıkış mantığını doğru bulduğumu da söylemeliyim.

Kardeş kardeş başbaşa kahvaltımızı yaptık bu arada Newyork; I Love You adlı filmi izledik... Bu fiml festival filmiydi dedim , Zuz'da zaten burasıda festival kanalı dedi:)) New York'un beş ayrı bölgesinde değişik, evrensel temalı aşk hikayelerine konu edilmiş. Yönetmenlerden biri de Fatih Akın.

Cuma akşamı Cumhuriyet Bayramını Cancan'la birlikte kutladık. Anne Baba yemeğe ve havayi fişek gösterisi izlemeye gitti. Bu tür özel gecelerde ve yaz aylarındaki o evleniyoruz diye dünya aleme, bize de haber vermek zorunda olanların attırdığı havayi fişeklerde bizim evde İstanbul bombalanıyor sanırsınız... Cancan'da buuum buuum diye korkunca bizde dışarı izlemeye çıktık






geriye kalan zamanda da oyun hamurundan doğum günü pastalar yaptık,




Nazlı Abla'sının etkinlik oyuncaklarını çıkarıp kuleler yaptık yedik içtik eğlendik hasılı...

Cumartesi günü Nazlı hasta kalktı yataktan , Kızıma çaylar çorbalar yaptım, akşama kadar nazladım:)) akşam olunca da Babasına devredip Gamsegamse ile Capitol'e gittik.

Pazar sabahı ben yine herkes uyurken pörtledim uyu uyuuuuu diye kendime telkinler yaptım yok. Usulcacık kalktım , yeşil çayımı demledim her zamanki gibi ve İz Kanalında Kafka'nın Kafesi; Prag adlı belgeselde, Prag sokkalarında Kafka'nın izini sürdüm. Babasının bakkalı, doğduğu ev, çalıştığı sigorta şirketi, derken farkettim ki, büyük bir Kafka turizmi oluşmuş Prag'da... Prag2a gidelim dedim o sırada uyanan Naziş'e ama ikimiz... Bu belgesel film bitince bu kez de Wilco'nun Karavanı başladı. O da Ege'de Bir Yaz Düğününe götürdü beni. Davul zurna eşliğinde kafasında kırmızı yemeni ayağında convers ayakkabılarla oynayan yörük delikanlı nasıl sempatikti anlatamam. Çok ilginç bir düğündü Karaca Hayıt Köyünde yapılan düğün, Damat gelin evde onu beklerken kapı önünde ataeş yaktı, tek eliyle sahana kırdığı yumurtaları bu ateşte pişirdi , ekmeği banıp geline yedirdi , çamaşır yıkadı öyle girdi evine... Öğleden sonra Natilius'a gittik Koca, Naziş ve Ben veee hafta sonu etkinliğini sonlandırdık:)

Bu haftanın kitabı... Zeya'nın okuyup beğendiği ve sakın alma Lale Abla ben sana vericem dediği Eylüldü Aşkım... Yazarı Esra Uçar... Kitabı okurken hep çevremdeki arkadaşlarım dostlarım geldi aklıma... O kadar açık bir dili var ki Esra Uçar'ın cümleler altında bir şey bir mesaj aramaya kalkamayın. Yaslanın arkanıza okuyun, o demek istediklerini açık açık söylüyor... Zuz'da yattığım gece yatakta bir elli sayfasını okumuştum zaten... şimdi sonlara doğru geliyorum.


Eylüldü Aşkım aynı apartmanda yaşayan bir grup kadının sıcacık dostluklarının öyküsü. Karanlık gökyüzünde çevrelerini aydınlatsalar da kendi yollarını bulmak için birbirlerinin ışığına ihtiyaç duyan bir avuç yıldız; Zeyno, Hicran, Damla, Necla, Şerbet... Mimi Günyüzü görmez pavyonlardan moda dünyasının renkli ışıklarına, aşkın tatlı esintisinden ayrılığın kör kuyularına, küçük burjuva hayatların kuralsız gecelerinden aşiretlerin kanlı kurallarına, ölümü beklerken yaşamla tanışmaya uzanan bir yolda, paylaştıkları büyük sırla birlikte yürüyecekler... Bir kelebeğinki kadar kısa olsa da hayat, Tanrı'nın sunduklarını hep kabul edecekler...

İşte böyle hayat devam ediyor...Bu üç metroluk yazı da burada sona eriyor:)))


günün şarkısı kardeşden geldi... bu kez Zuz değil Metin'den yani erkek kardeşimden... Elvis söylüyor ne de güzel söylüyor tık

günün damak tadı ise Magnumun yeni tadı portakallı bitter çikolata... çocukluğumdan kalan bir tat... Babam Havalanındaki Free shoplardan alırdı... çeşitli şekillerde olurdu, aklımda kalan pamuk prensesdeki cüce şeklinde olanlar...

bu ekleri bitirmezsem bu yazı beş metroya doğru gidiyor...

28 Ekim 2010 Perşembe

Bu sabah izlenmedikfilmkalmasın etkinliği yok... Çünkü Cancan geliyor... O gelene kadar tavuklu çorbası pişmeli, salonun ortasındaki koca heyüla gibi sehpa kenara çekilmeli ki istediği gibi koşturabilsin. Oyun hamurları, boya kalemler defterler ortaya çıkarılmalı, mama sandalyesi kurulmalı...okunacak kitaplar hazırlanmalı.Sonra geriye öpüşüp koklaşmak kalıyo. Dün akşam telefonda ciciannemmm , canımmm, gelicemmm, kucanaaa deyişi vardı görmeli duymalıydınız.

Asıl önemli mevzu, bu gün Kızlar yarım gün çalışıyor. Onlar gelince çok azıyorlar...Özellikle de Gamsegamse ile.

Dün yağmur dolayısıyla bi program yağamadım ama bu akşam müthiş bir programım var
.
Çarşamba akşamları hiç tv izlemiyorum. Sadece okuyorum. Dün gece Firmin neredeyse bitiyordu ama resepsiyondan gelen Kızlarla sohbet etmek için bıraktım.Kitap okumayı seven herkesin Firmin'i seveceğini düşünüyorum. Firmin önce kenarından tadına balıyor kitabın sonra okuyor. Tadı güzelse okuması da güzeldir diyor çünkü:)Firmin için tanıtım yazısı gördüm kitaphaber.net de ancak böyle ifade edilebilirdi:)
Anne sütü emmedi.
Aşkı kabul görmedi.
GERÇEK İNSAN SEVGİSİNİ VE EDEBİYAT AŞKINI BULACAĞINIZ TEK KİTAP.
O bir hümanist!
O bir entel!
O bir filozof!
O bir serseri!
O bir mucize!!


Şimdi kahvaltı hazırlamalıyım ...


günün şarkısı kuzenden geldi haydi hareketlenelim:)

27 Ekim 2010 Çarşamba

günlerden çarşamba aylardan ekim(bu başlık meseles zor iş )

Yağmur yağsam mııı yağmasam mııı ? yağmasam mııı? kararsızlığı içinde... Sanırım gece de yağmış. Küp uyuduğum için hiç duymadım. Gece vücüdümda kıpırdaklık hisedince anaa geliyo dedim ve alerji ilacımı hemen yutmuştum.

Dün akşam ki dizim, Öyle Bir Geçer Zaman ki idi. Dizideki herkesi ama herkesi çok beğeniyorum.Öncelikle evin en büyük ve en küçük oğlunu...Kocam çocukların hepsini bizim evie almaya kararlı:) İşte biz böle hissederek izleriz çok hisli bir aileyizdir valla şaka değil öyleyizdir gerçekten de...

Gece yatak odasına geçmeden önce salonda Peren'in hediyesi olan O Ana Adanmış'dan iki bölüm okudum.John Berger'in 19 yazısının bir araya geldiği bir kitap. Bakma ve görme üzerine düşünme üzerine yazılmış yazılar. Bu kitabı öyle roman gibi elime alıp okuyup bırakmak istemedim. Öyle bir kitap değil zaten. Salondaki sehpanın üstüne koydum. Bölüm bölüm okuyacağım. Dün akşam okuduğum ilk bölüm beni çok etkiledi. Bir şeyi ilk olarak görmek mi , yoksa son kez görmek mi...sanırım son kez görüyor olmak onu bir daha göremeyeceğimi bilmek etkilerdi beni. Peki duvara astığınız bir resim zamanla resim olmaktan çıkıp bir anı defterine dönüşmez mi? düşünün bir kez... ben dün akşam çok düşündüm her iki konuda da.

Yatakda eğlenceli bir şey okuyayım dedim ve Firmini-Hümanist Entel Serseri- okudum biraz.Sam Savage imzalı bir kitap. Firmin birkitapçının bodrumunda doğan, yaşan bir fare... 13 kardeşin 13.sü. Hep aç kaldığı için kitapları yer ve yedikçe de okumayı öğrenir.Yani Firmin entel bir fare... Henüz çok başlardayım , çünkü alerji ilacını içince hemen uykum geldi okumayı bıraktım.

Bu sabahın filmini yazmadan gidecektim az kaldı. Nihayet Serseri Mayınları izledim bu sabah. Sinemada izleyememiştim. Sonrada unutmuşum, bu gün film seçerken filmler arasında görünce şaşırdım, gözden kaçırmış olmama.Bir kaç film stoklamıştım. Onların içinde kalmış:)Çok beğendim. Hele son sahnede Büyükannenin cenazesi yolda ilerlerken , onun sesinden verilen dış ses de, bu sokakalar beni hatırlar mı?, bu bastığım taşlar beni unutur mu? derken... Annemi uğurlarken yerdeki taşlara bakıp -Annem bu taşlara bastı, bu duvara dokundu diye düşündüğüm geldi aklıma... Ferzan Özpetek insan duyarlığında çekiyor filmi bu kez yeniden anladım.

Bu akşam kızların ikisi de Cumhuriyet resepsiyonuna katılacakları için yemekte yoklar. Ben de habire kocama bunu hatırlatıyorum ki, akşam yemeğini şöyle hafiften atlatalım... ya da biz de bir program yapalım diye:)Henüz bir cevap gelmedi ama bakacağız artık.

Bu yazıda burada bitti işte... her biten şey gibi.

düzenleme: yağmur yağdı , program bitti:)