Lalenin Bahçesi

Bir kırmızı Lale işte.
Kitap okumayı, sohbeti, sinemayı, İstanbul'u ille de Üsküdar'ı sever. Olmazsa olmazları ailesi, Zuz, Cancan ve denizdir.
Çok şiir okumaz ama okursa Atilla İLHAN ve Orhan VELİ okur. Paylaşmazsa görmüş gibi okumuş gibi hissetmez kendini...

26 Haziran 2015 Cuma

Bugünlerde ben

Bugünlerde sosyal platformlardan  biraz uzağım...Arada bir şöyle cee deyip kaçıyorum...
Gözlerimi dinlenmeye aldık , aldık diyorum çünkü; evdeki herkes bunun takibinde...Çok keyifli bir ramazan geçiriyorduk...karı koca sahura kadar oturup bira geç kalkarak, günü kitapla, filmle geçirerk  iftar saatini buluyorduk...ta kiii bir sabah ben şiddetli göz ağrısı ile uyanana kadar, sanki kalbim gözümde atıyordu..iki gün ağrıyan göz kapatıldı, tek gözlü korsan gibi gezildi falan...üç gündür oruç tutamıyorum... Ama dün yemek yemeyi unutmuştum. Allah bunu bana ramazan dışında da bağışlasa keşke...

Ramazanın iilk  sülale boyu iftarını geçtiğimiz cumartesi akşamı yaptık...tam 24 kişiydik...12 kişiden fazla rezarvasyon almayan işletmenin bu kuralını Gamze ve Banu iki ayrı rezarvasyon  yaptırarak deldiler...çok güzel oldu...hatta iftarı beklerken sohbete şamataya öyle dalmışız ki Gamze 'min ezan okunmak üzere demesiyle yemek katına fırladık...Çam, mimoza, manolya ağaçları , ıhlamur kokuları içinde iftarımızı yaptık...dayılı, yeğenli, gelinli, damatlı, kuzenli, görümceli pek eğlenceliydi... Gece eve yürürken kalabalık bir aile olmanın nasıl keyifli olduğunu konuştuk..




Sizler tatil planlarınızı yaptınız mı bilmiyorum ama bizim tüm planlar ramazan sonrasına...umarım ferah bir yaz olur... İstanbul  haziranı yağmurlu ve serin geçirdi ama uzmanlar temmuz ayının çok sıcak geçeceğini müjdelediler :( benim yaz ile olan tüm muhabbetim tatilde olduğum zamandır onun dışında çok yaz insanı değilimdir... Hatta tüm alerjilerimin, toprak uyanışa geçerken onların da hadi hadi diye taarruza geçtiği ilkbahar ayları bile aman da aman memleketime bahar gelmiş havasına sokmaz beni...( bir an cümleyi bağlayamayacağımı sandım) tüm sonbaharları bana verin yeter... Bir kızıl sonbahar beni benden alır...

Gözlerimi dinlenmeye almadan önce Necip Mahfuz'un "Başkan'ın Öldürüldüğü Gün "adlı kitabına başlamıştım...Necip Mahfuz, Enver Sedat dönemindeki Mısır'ı anlattığı romanında bir de aşk hikayesi sokmuş araya...orta sınıfı da etkileyen ekonomik sıkıntılar yüzünden vir türllü evlenemeyen  Randa ve Elvan'ın hikayesi...Şimdiye kadar bir Necip Mahfuz kitabı okumadıysanız aaaaaaaa derim. :)
Fotoğrafta kitabın yanında gördüğünüz bir eko sistem ev bahçesi-terraryum- ...dünyadaki hemen hemen tüm bitki örtüsü örneklemelerini barındıran, yağmurlamasını kendisi yapan, günde sadece iki saat kapağını açmanızı gerektiren bir sistem...yalnız bitkiler çok hızlı büyüyor, İki hafta içinde kapağa dayandılar ve yeni yeni bitkiler çıkmaya başladı... Bu konuda ne yapacağımızı bilmediğim için tasarımın yapıldığı yere mail atıp soracağım...Büyük bir ihtimalle keseriz herhalde  :)

Hayde gittim ben... 






19 Haziran 2015 Cuma

Ramazan geldi hoş geldi

Ramazan tüm coşkusuyla geldi bizim eve...Coşku diyorum. Çünkü bizim evin oruç tutmayan kişileri bile iftara ve sahura bayılır. :) en uzun günlerde bu sene ramazan ama iki gündür karı koca hiç zorlanmadık... Zaten sahura kadar oturuyoruz yatmamız saat dördü buluyor biraz da geç kalkıyoruz haliyle...Eskiden oruç tutarken gün boyu yemekler gözümün önünden resm-i geçit yapardı... Bir heves mutfağa girer çeşit çeşit yemekler, tatlılar yapardım... Bu sene hiiiç  o taraklarda bezim yok...yine özeniyorum tabi ama öyle saldırır gibi değil...
Dün akşam iftarımıza çorba yerine madımak pişirdim... Her yapmamda tövbe bir daha desem de pazarda görünce yarım kg almış ve o yarım kg ayıklamak bile tüm akşamımı almıştı...çok ince ince doğrayıp ıspanak gibi pişiriyorum, pirinç yerine bulgur konuluyor ve altttaki kıymalı dip sosu içine biraz da pastırma doğruyorum... 

Acılı, salçalı şahane bişi oldu...sonra yine basit bir et yemeğim var... Kuzu gerdanları önce tereyağda kızartıp sonra salçalı suda pişiriyorum... Az sulu olacak... Kızarmış patates ile servis yapıyorum... Bir de zeytinyağlı barbunya pişirdim ama domates salçası yerine yanlışlıkla acı biber salçası koyunca ortaya değişik ama bomba lezzette bir şey çıktı..

Günler uzun olunca kitap okumaya daha çok zaman ayırır oldum... Yine bir e- kitap bir basılı kitap şeklinde gidiyorum...
Yeni e-kitabım Toza Sor/John Fante
Girişinde Charles Bukowski'nin çok güzel bir önsözü var... Bu kitapla tanışmasını, üzerindeki etkilerini ve  başıcu kitabı olduğunu anlatıyor...yeni başladım ama çok ketifli olduğunu söyleyebilirim...


Diğer kitabım da hayli ilginç... 1. Dünya savaşı çıkmadan bir yıl öncesini anlatan bir kitap... Savaş çıkmadan bir yıl önce Kafka ne hayaller kuruyordu, Stalin neredeydi, Rilke ne yapıyordu, Hitler 24 yaşına girmektedir ve  Lois Armstrong yetimhaneye düşmüştür, üstelik Mona Lisa' da çalınmış ve Picasso bu konuda sorgulammıştır.. Thomas Mann'ın yazdığı bir oyun hakkında bir eleştirmenin yazdığı yazı onu kuşkuya düşürür...- acaba eşcinsel olduğuma mı gönderme yapıyor diye...
.Tanıdık isimlerlerin olduğu böşümler hayli ilginç oluyor anlayacağınız...


Bu arada kitap aslında Hayat İzlerim Özlem'den Macera Kitabım Özlem'e hediye... Ama bizim buluştuğumuz gün bizim maceracı seyehate çıkınca kitabı ben de kaldı... E napim yani okumayayım mı! Elime fırsat geçmişken :)

O gün Özlem ve Gülşah ile kitaplar arasında şahane bir kitap sohbeti yapmıştık... Özlem Antalya'dan gelmişti...çok kısa bir buluşma oldu, çünkü onun İstanbul'da özlem gidereceği çok şey vardı... Gülşah benim tahtımın varisi :) okuma, gezme , film izleme konusunda ona çok güveniyorum. :)

Hadi  artık müsade bir iki saat uyuklayayım, tv izleyeyim falan işte...



15 Haziran 2015 Pazartesi

Yeni yaşa yeni yazı

Burada olmadığım günlerde ben bir yaş daha büyüdüm  :) Kaç yaşında olduğumu merak edenler için söyleyeyim; çok yaşındayım :) Ne demiş Cemal Süreya, "hayat kısa, kuşlar uçuyor"... Nasıl geçiyor  yıllar geyiğine  girmeyeceğim  ama hakikaten ya nasıl geçiyor yıllar. :)

Sülalenin ilk torunu ailenin ilk çocuğu olmam hasebiyle biraz farklı bir çocukluk geçirdiğim doğrudur :)
Benden bir kaç yaş büyük olan ve kızlara kendini göstermek  ya da kız arkadaşlarının olduğu mekanlara gidebilmek için  dayılarım tarafından dans pistlerinde olsun sinema sinema, pastane pastane dolaşmak olsun oradan oraya sürüklendiğim,  acıktığımda yemem için elime tutuşturulan üzümlü kek torbamla kiii bu üzümlü kek hala şükürki varlığını hala sürdüren  Kuğu Pastanesinden alınırdı,işte o torbamla fındık toplamaya giden işcileri bahçeye götüren annemle babamın arkasından pıtı pıtı yürüdüğüm günler...Kumburgaz'da arkadaşlarla yan siteye sızıp , havuzunun trampleninden    atladığımız anlar m.ö gibi...Artık iki kocaman hatta koskocaman kızı olan hatta ve hatta bu yıl kayınvalide olan biriyim...

Çok üzüldüğüm günler, çok sevinçli günlerim oldu... Acıdan bayılacağım, sevinçten havalara uçtuğum günlerim oldu... Çok sevenlerim, hiç sevmeyenlerim olduğu gibi çok sevdiklerim ama aynı havayı solumak istemediğim kadar sevmediklerim var...Yüzlerce kitap okudum. Yüzlerce film izledim, gezdim , tozdum bu hayatı sevdiklerim için olduğu kadar kendim için de yaşadım, yaşıyorum...bazen  hep bir şeylere yetişmek ister gibi, hep bir şeyleri kaçırıyormuşum hissiyle bazen de hayatı kendi ellerimle  yavaşlatarak yaşamak gibi bir yaşam stilim var...
Sanırım hayat güzel bişi  arkadaşlar?..
Kısacası bu dünya sahnesinde bir de Lale adında biri var. :)

Doğum günümü. . Ihlamur toplayarak, ağaçlar altında kitap okuyarak geçirdim, daha ne olsun...



Yeni yaşımda 10 yıldır benimle birlikte olan okuyan, yorum yazan, yorum yazmadan izleyen herkese yeniden teşekkür ederim...

9 Haziran 2015 Salı

Nefes almak gibidir yaşamak

Seçimleri de bitirdik çok şükür... Bizleri nelerin beklediğini biliyoruz da artık heyecan olsun diye mi bilmezlikten geliyoruz bilinmez...Benim gibi 1. Ve 2. MC dönemini yaşayanlar koalisyona her ne kadar temkinli baksa da ufukta başka bir seçenek ihtiimali görünmüyor....umarım varılan sonuç hepimiz için hayırlı olur... Artık bu milletin nefes almaya ihtiyacı var 

Nefes demişken hemen bu karamsar havadan sıyrılıp sizi hemennn başka bir yere bağlıyorum :)
 Bugün, Tavsiye evinde, nefes koçu Güzin Ervardar'ın konuk olduğu bir etkinliğe katıldım... 


Etkinliğin ilk yarısında, nefes alma üzerine sohbet ettik... 
Güzin Ervardar, nasıl nefes alıyorsak öyle yaşıyoruz dedi...aldığımız nefesin vücudumuzun tüm organlarına dağılması gerektiğini, nefesimizin gitmediği, ulaşamadığı organlarımızın hasta olduğunu söyledi...bu konuda karşılıklı bir saat kadar sohbet ettik... Daha sonra hepimiz tek tek sırayla kanepeye yattık,gözlerimizi kapattık ve koçumuz Güzin hanım eliyle karnımıza, göğsümüze, omuzlarımıza  falan dokunarak hatta bastırarak nefesimizi kontrol etti... Çıkan sonuçlar şaşırtıcı biçimde karakter analizi gibiydi...mesela birine çok mu fedakarsınız dedi. O da evet nereden anladınız deyince az nefes alıp dışarıya çok veriyorsunuz dedi...duraklayarak nefes alan birine, böyle erteleye erteleye nefes almanız hayatta bir çok şeyi ertelediğinizi gösteriyor dedi..şimdi sana ne dedi diyorsunuz di mi ?   :) Ben, nefesimi dışarıya üfleyerek veriyormuşum bu da çevremde kızdığım insanların olduğunu gösteriyormuş... Ayol olmaz mı ?  :) bi dolu hem de...

Şimdiii gelelim ne okuyorum bu günlerde... e- kitap olarak Kira Kiralina devam ediyor ama basılı kitap olarak peşpeşe okunması gereken iki kitap okudum... Fethiye Çetin'in yazdığı "Anneannem" ve aslında kollektif bir kitap olan "Torunlar"...
 Fethiye Çetin'in anneannesinin anıları ve kendisinin onunla ilgili anılarını yazdığı bir kitap... Yazar anneannesinin Ermeni olduğunu, anneannesinin ölümüne yakın öğreniyor...O gitsin bir daha gelmesin, bir daha yaşanmasın denilen yıllarda, Ermeni ailelerin, Türkler tarafından saklanan,büyütülen çocuklarından biri bu anneanne... Asıl adı Heranuş ama Seher'e çevrilmiş... Dilini, dinini, adını yitirmiş ailesiyle birlikte... Kitapta beni en çok etkileyen bölüm, Fethiye Çetin, anneannesini araştırırken kendisi gibi anneannesi Ermeni olan bir sahafla tanışıyor... Sahaf anneanneyi hatırladığını hatta kendi anneannesiyle onun yaşadığı köye gittiklerini... O köyde, kendi köylerinden sekiz Ermeni kız olduğunu, onları tek tek ziyaret ettiklerini ama her evde hep aynı tür çöreğin ikram edilmesine kendinin kızdığını ama anneannesinin her seferinde çok keyifle yemesini anlamlandıramadığımı anlatıyor... Sonradan anlamışki, kendi aralarında sessizce Paskalyayı kutluyorlar... Bu bölümde göz yaşlarım sel oldu aktı....


Torunlar ise Anneannem kitabından sonra Fethiye Çetin ile aynı durumu yaşayanların ona ulaşmaları ve hikayelerini anlatmalarıyla ortaya çıkmış...

Kitabın Ordu bölümünü yazan Berke Baş, anlattıklarını HUSH adlı belgesel bir film yapmıştı.. Kendisi kızımın öğrencilerinden birinin annesi olup benim de anlattığı mahallede büyüyüp o insanlarla komşu olduğumuzu öğrenince filmi bana göndermişti...Yani o bölümdeki herkesi tanıyorum...O yüzden bemim için çok daha özel bir kitap oldu...

İşte böle böle

5 Haziran 2015 Cuma

Haziran yağmuru

Yağmur pencerelerden böyle ip gibi süzülüyor...Gök  gürültüsü,şimşek çakması ard arda  sıralanıyor...

Şimdi böyle havalara bayılırım desem hem de bir yaz çocuğu olarak şaşırır mısınız? Ama ben Ordu'dan o kadar alışığım ki  hiç bir zaman ertesi gün için deniz programı yapamamaya...Akşamdan hazırlanılmazdı o yüzden hiç...Annem sabah bakardı bi havaya hemen köftesini yoğurur,puf böreklerini kızartırdı...Bİz akşama kadar deniz kıyısında koşturduğumuz için  sürekli acıkır- anneee acıktım diye koşturduğumuzda hemen elimize vir puf böreği ya da kocaman biber dolmalarını tutuşturup arkadaşlarıyla sigarasını tellendirip, kahvesini içmaye devam ederdi... O zamanlar ne gezer öyle şimdiki gibi deniz kıyısında  tesisler falan...ama o kahve içilecek, o yüzden cezve, kahve, sepete ilk önce girerdi...

Bugün bu yağmur, şimşek, gökgürültüsü arasında benim aklıma  deniz anıları gelmesi ne garip ama...Sonraki yıllarda artık yazlık kültürü yaygınlaştığında okullar kapanır kapanmaz babam bizi Kumburgaz'a atardı...Bu, artık herkes ayrı ayrı özgürlüğünü ilan etmiş demekti... İpinden kopmuş danalar gibi hepimiz bir yere dağılırdık..üç kardeş olsak da herkesin arkadaşı ayrı, o yıllarda Kumburgaz' da gidebileceğin en fazla yer ya kumsal ya da hadi hadi Hamit'in yeri olsun... Yok başka bir yer... İnsanlar da bu kadar kendini kaybetmemişti daha... Herkesin kapısı açık, herkes evlerin önündeki verendada...eline  dİken batsa- Süheyla teyzeeee diye sitenin doktorunun kapısına dayan...
Ben öyle eski günleri özleyen, nostalji meraklısı biri değilim ama bugünlerdeki samimiyetsiz ortam,  ülkenin freni patlamış gibi, zembereğinden boşalmış gibi son hızla geleceği belli olmayan bir yere doğru gittiğini görmek ve o sandalda olduğunu bilmek çok ama çok yorucu...

Ne oldu yav, bu yazı aslında çok keyifli bir yazı olacaktı...yağmur, çocukluk, deniz anıları falan olacaktı...
Hadi neyse dağılalım biraz... Yeni başladığım e- kitaptan söz edeyim...artık geceleri yatakta e- kitap okuduğumu söylemiştim hatta baya ciddi bir e kitaplığım oluştu...Hep okumak istediğim ama bir türlü nedense okuyamadığım Kİra Kiralina/ Panait Israti' ye başladım...
"Kira Kiralina, Panait Istrati'nin ilk romanıdır. Romain Rolland'ın okur okumaz hayran kaldığı, ve bütün dünyaya 'yeni bir Gorki' diye sunduğu Istrati, bu yapıtında çocukluğunda dinlediği bir öyküyü, pazarcı Stavro'nun yaşamını, onun ağzından anlatır. Bir bölümü Romanya'da, bir bölümü ise İstibdat zamanı İstanbul'unda ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli yerlerinde geçen serüvenlerde yitirdiği anasını ve kızkardeşini bulmak için diyar diyar dolaşan ve başına türlü belalar gelen Stravro'yu, acılarını ta yürekten duyarak adım adım izleriz."(arka kapak bilgisi )



Film izleyemiyorum bu aralar nedense...Evde olduğum zaman Ver Fırına izliyorum o kadar...Dün akşam TRT de yayınlanan bir belgesel izledik...Geride Kalan- Mermanat,Karadeniz' de bir göç hikayesiydi... Bir kız çocuğunun gözünden anlatılıyordu... Geride kalan ninesi yüzünden gitmekle kalmak arasındaki duygularını anlatıyordu...Nokta Nİne de gelse keşke bizimle,onun yalnız kalmasını istemiyorum ama okula gitmeliyim ki, ne yapabilirim ki diyordu... Yaşlı nine ise kendi topraklarını bırakamıyordu... Çok hüzünlü bir belgeseldi...eğer bulursanız izlemenizi öneririm...

  E bitti...

3 Haziran 2015 Çarşamba

Tembellik Hakkı

Tam dört gündür dizlerimin zoruyla da olsa tembelliğin dibini deldiğim ve bu durumdan da çok ama çok hoşlandığım doğrudur  )

Zaman zaman facebook sayfamda  bugün kendin için ne yaptın derseniz; yattım ve sadece tavana baktım diye yazarım...kimi arkadaşımın çok hoşuna gider bu... Dün rastladığım bir yazıda Charles Bukowski'nin de benimle aynı fikirde olcuğunu hem de benim kelimelerimle anlattığını förünce ne yalan söyleyeyim çok sevindim...
işte benimle aynı fikirde olduğunu anlatan yazısı yani neredeyse fikrimi çalıp edebiyat yapmış diyeceğim...

İşte onun sözleri: 

"Tembellik etmeyi bilmek lazım.

İşin özü tempodur. Yaptığından tamamen uzaklaşıp doğru zamanda mola almazsan her şeyi kaybedersin.

İster aktör ol, ister ev kadını, fark etmez?

Doruk noktalarının arasında hiçbir şey yapmadığın boşluklar olmalı. Yatağa uzanıp tavanı seyret. Bu çok, çok önemlidir?

Hiçbir şey yapmamak, çok çok önemli. Ve bu çağdaş toplumda kaç kişi yapıyor bunu? Çok az. Bu yüzden herkes kaçık, saldırgan, öfke ve nefret dolu"

Evet tembellik etmeyi de bilmeli, beyni boşaltmak, şarj olmak açısından bu çok ama çok önemli...
Bıgün kalktım kendim için kahvaltıya yumurta salatası yaptım...yerken de şu sabah saatlerinde yayınlanan magazin programlarından birini izledim... Sonra yeni bir kitaba başladım...Mozart'a zamanda yolculuk yaptıran trajikomik bir kitap... Ölüm döşeğindeki Mozart birden bambaşka bir dönemde uyanır. Hiç bir kimliği olmayan Mozart'ın tek yol göstericisi ,pusulası müziktir...2010 yılında Friedrich- Hölderlin Teşvik Ödülüne layık görülmüş...

Sonraa öğle oldu, karnım acıktı :) Ver Fırına da yarışmacılar bugün makarna yapacaklardı... Ben de kendime kıymalı, salçalı şahane bir makarna yaptım ve geçtim karşılarına onlar makarna yaptı ben yedim :) 

Bugünlerde size tavsiyem bu tembellik yapın arkadaşlar... Annemin de dediği gibi çok koşmanın bir tek çok yorulmaya faydası var. :)



1 Haziran 2015 Pazartesi

Kendimle

Tüm hafta sonunu cumartesi günü Üsküdar nikah dairesindekatıldığım  bir nikah dışında evde geçirdim. Çünkü; Kapodokya tatili sırasında  giydiğim parmak arası  terlikler ve düğünde, kına gecesinde giydiğim topuklu ayakkabılar bana yol,su,elektrik olarak geri döndü...Dizlerime sanırsınız iki yanlarından çivi çakılmış gibi...Ben de ne yapayım aldım buz torbamı,içtim ilaçlarımı yattım yuvarlandım kitap okudum, tv izledim...

Katıldığım nikah çocukluk arkadaşımın oğlunundu...Bu vesileyle uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla hele hele Antalya'dan gelen Nurgül ile buluşmak ballı lokma tatlısı gibi oldu
Nurgül benim hem bando takımından hem basketbol takımından arkadaşım...birlikte ilk sigaramı içtiğim,birlikte şarkılardan fal tuttuğum, her sabah okula birlikte gittiğim arkadaşım...Şimdi  torunu bile var... Ama benim için Nurgül, sahilde bizi dalgalar ıslata ıslata okul yolunda yürüdüğüm, sabah uyurken gelip beni burnumu sıkarak uyandıran  Nurgül..

Haydi şimdi de  kitabıma gelsin sıra...daha önceki yazımda da dözünü ettiğim "Sovyet Mutfak Sanatı"ni okuyorum...En sadik okuyucum Serpil önermişti...okuması son derece zor ama çok ilginç bir kitap...Sovyetlerde yayınlanan "lezzetli ve pratik yemekler" kitabının iktidar değiştikçe içeriğinin değişmesinin anlatıldığı bölümler aslında ülkenin sosyo ekonomik yapısını ve siyasal yapısını da anlatıyor... Mesela bir basımda içinde olan Yahudi yemekleri çıkarılıp yerine Ermeni yemekleri konulması gibi...
Bu hafta sonunu kesinlikle kendime ayırdım hatta kahvaltılarımı bile kimsenin kalkmasını beklemeden kendi istediğim gibi hazırlayıp tek başıma tv karşısında yaptım..Şu program çok ilginçti. Baba ve oğul kasaba kasaba dolaşıp yemek yapıyorlar...ve oradaki insanlara yaptıkları yemekleri yedirip, kendi aralarında kıyasıya yarışıyorlar...
Arada  benim gibi yapmayı  denemenizi tavsiye ederim...hiç bir koşuşturma olmadan sakince sadece kendin için yaptığın bir şeyin keyfine varmak da insan ruhu için çok faydalı...Aİlece yapılan, uzun uzun oturulan kahvaltı masalarına bayılırım çokça da yaparım ama böylesi de muhteşem inanın...böylece herkes istediği saatte kalktı, kendi kafasına göre istediği yerde yaptı kahvaltısını...Bazen akşam yemekleri için de böyle uygulamalar yaparım... Mutfak masasına yaprığım yemekleri koyarım aynen açık büfe gibi, herkes istediği kadar tabağına alır ya salona gelir tv karşısına, ya bilgisayarının başına geçer ya da tabak elinde sohbet ede  ede yemek yer... Her şeyi kurallara bağlamanın bi alemi yok...arada benin yolumdan gelin. :)


Bugün sabah yine kalktım bi hafif evi toparladım, yemeğimiz vardı o yüzden yine kitabımı  okudum... Ver Fırına yarışmasını izledim... 

Bugün Berat Kandili hepimizin dualarının kabul olduğu, aklımızı başımıza aldığımız, önümüze çıkan fırsatları değerlendirdiğimiz günlerin başlangıcı olsun...