Lalenin Bahçesi

Bir kırmızı Lale işte.
Kitap okumayı, sohbeti, sinemayı, İstanbul'u ille de Üsküdar'ı sever. Olmazsa olmazları ailesi, Zuz, Cancan ve denizdir.
Çok şiir okumaz ama okursa Atilla İLHAN ve Orhan VELİ okur. Paylaşmazsa görmüş gibi okumuş gibi hissetmez kendini...

30 Eylül 2009 Çarşamba

bir expresso makinesin ettiği


Bu gün Ruhdağı, bir yazı yazdı, aldı beni nerelere götürdü. Konu kırmızı renkli bir expresso makinesiydi. Benim çocukluk yıllarım, babama yurt dışından bir arkadaşı expresso makinesi getirmiş. Getirmiş de Türkiye henüz hazır kahve ile yeni tanışıyor. Amerikan kahvesi ve o yıllardaki en bilindik marka olma nedeniyle nescafe diyor. O da çok ünlü resteurantlar da veya yurtdışı ilişkileri olanlar da var. Adam makineyi fabrikaya bırakıp gidiyor. Babam kahve makinesiymiş dediyse de Annem onun Avrupa usulü demlik olduğuna karar verdi ve onunla ara ara çay demledi bize. Makineyi geçen senelerde gördüm , tezgahın altındaki dolapta, babam hala saklamış. Boru değil 60 lı yılların sonlarına denk gelen bir çocukluk yaşadık . Dedemn Amerika dan getirdiği kahveleri Anneannem inatlaTürk usulu pişirirdi. Dedem , bunu sıcak suya karıştıracaksınız, kaynatmayacaksınız dedikçe , hiç öyle olur mu ? der kızardı. Bizim makine resimde gördüğünüz. Ocak üstüne oturtuluyor. Şimdiki makineler aynı uzay aracı gibi kalıyor bunun yanında. Zuz görünce hemen hatırlayacaktır olayı:)). Yani insanların olduğu gibi eşyaların da bir kaderi var galiba. Bu makine bizim ev de tabiatina aykırı bir yaşam sürdü. Hayatta umduğunu bulamadan bizim tezgahın altını boyladı:)))

Sonra yine Almanya dan gelen bir grundig marka radyo. Yıllarca Anneme eşlik etti mutfak da. Biz İstanbul'a yeniden döndüğümüz de, yıl 1974 , Türkiye artık tv ile tanışmış. Aşk-ı Memnu , Zengin ve Yoksul, Kaçak , Kaptanlar V e Krallar yerleşmiş baş köşeye. Annem yine mutfağının baş köşesine oturttu onu. Bir gün ikimiz de mutfaktayız, radyoda, yüksek yüksek tepeler ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler çalıyor. Ağladı annem, ben güldüm ne komik bir türküye ağlamak diye. Şimdi ne zaman bu türküyü duysam ağlarım. Annem İstanbul'a ilk gelişin de; tanıdığım bir kuş bile yoktu derdi. Zeynep Kamil de , Zeynep Kamil Hastanesinin karşısındaymış evimiz. Ben doğunca , hastane odasının penceresinden bakar, evimi özledim diye ağlarmış. Aradan yıllar geçip de yeniden döndüğünde aynı gurbet duygusunu yaşaması tuhaf gelirdi bana. Yıllarca yaşadığın, çocuklarının doğduğu, artık geniş bir çevrenin olduğu bir yer halbuki derdim. Gerçi, yıllar geçince Ordu O'na gurbet gelmeye başladı. Ordu yazlarının yerini Kumburgaz, Yalova yazları aldı.

Ruhdağının yazısını okuduğumdan beri Ordu'dayım ben. Zaferi Millinin yokuşlarına tırmanıyorum, okuldan çıkıp çantamı ters çevirip yokuştan aşağı eve ışınlanıyorum. Mehmet Amcanın frenk üzümlerine dadanıyorum. Dut ağaçlarının tepesine tırmanıyorum.


Dip not. Yamayı unutmuştum dün, Zaferi Milli mahallesi deyince aklıma geldi. Dün karı koca İstiklal de yürüyoruz. O sırada karşıdan Karşıdan Ordu'lu olup, dizilerde , reklamlarda sıkça karşılaştığımız tanınmış biri gelmek de. Çemberimde Gül Oya da Selda Alkor'un kocasıydı diyeyim anlayın siz. Tam karşımıza geldiğin de , Zaferi Milli den Lale değil mi dedi. Ta kendisi dedim. Kocamla tanıştırdım, ayak üstü sohbet ettik. Belki 25 yıldır görmemişimdir kendisini. Ayrılınca , kocama döndüm dedim ki-böyle de unutulmaz bir şahsiyetimdir anla dedim:)))